10 Temmuz 2017 Pazartesi

Don't Get Around Much Anymore

Son birkaç hafta inanılmaz sıcaktı.

Bizim işte (ilaç sektörü) Haziran ayları (ve Temmuz'un başı) genelde pek bir hareketli geçiyor. Bazı tedavi alanlarının önemli kongreleri bu aya geliyor. Diğer yandan herhangi bir kongre olmasa bile bir sonraki yılın iş planları hep bu dönemde hazırlanıp sunuluyor, dolayısıyla kafa kaşıyacak bile zaman olmuyor. Bu açıdan bakıldığında 'D' harfinin son standardı olan "Don't Get Around Much Anymore / Artık Pek Gezinmiyorum"un aksine oldukça sık seyahat ettiğim bir dönemi yeni geride bıraktım. Bu yoğunluk içerisinde evden, İrma'dan ve blogdan ne yazık ki biraz uzak kaldım.

Duke Ellington'un 1940 yılında "Never No Lament / Asla Arkasından Sızlanmak Yok" adıyla Johnny Hodges'un alto saksofondaki marifetlerini parlatmak amacıyla bestelediği parçası, kayıt yasakları ve caz grupları arasındaki çatışmaların ilginç bir meyvesi olarak 1943 yılında bugün bildiğimiz ismiyle vokal bir kayıt olarak yayınlanmış. Duke'un kendi vokal yorumunu kaydetmesi ise ancak 1947 yılında gerçekleşmiş. Güzel bir detay ise 1943 yılında hem Duke hem de The Ink Spots'un yorumları Amerika'daki R&B listelerinde bir numaraya ulaşmış olması.

Geçtiğimiz 75 sene içerisinde Don't Get Around Much Anymore'un pek çok kaydı yapılmış. Ted Gioia'nın seçkisi içerisinde dolandığımız bu gecede İrma ile ortak tercihimiz, kadifemsi sesiyle temmuzun nemini ve sıcağını çekilir hale getirebilen tek kişiden, diğer bir deyişle Ella Fitzgerald'dan geldi. Müziğin First Ladysi'nin 1956 yılında kaydettiği "Duke Ellington Song Book / Şarkı Kitabı" albümündeki bu kayıtla ilgili bir hoş nokta da tenor saksafonda Ella'ya bu caz standardının Duke tarafından yapılan orijinal kaydında da yer alan Ben Webster'ın eşlik etmiş olması.

12 Haziran 2017 Pazartesi

Don't Blame Me

"Beni suçlama!"
İrma ile yaşamanın püf noktalarından bir tanesi de evde yaşanan türlü tuhaflıkları fark ettiğimizde kendisinin yüzünde beliren "Ben yapmadım" ifadesinin ne kadar aldatıcı olduğunu hatırlayabilmek... Eğer mutfak tezgahından bir takım olmadık tıngırtılar geliyorsa, yeni aldığım t-shirt üzerinde sürpriz bir (ya da iki) delik varsa, yeni serdiğim çarşafın altında kıpırdayan bir şeyler görüyorsam ya da dizüstü bilgisayarım masa üzerinden yavaş yavaş bana doğru kaykılıyorsa biliyorum ki "İrma"nın bu acayipliklerde hiçbir payı yok. Keza saksıda aldığım kişniş hafif çiğnenmişse veya pikabımın üzerinde bol miktarda tüy varsa ya da masanın üzerinde bıraktığım türlü ıvır zıvır yere saçılmışsa... bunlar hep Rufailer'den kaynaklanıyor. Olur da İrma'ya soracak olursam, vereceği tek cevap "Beni suçlama!" oluyor.

İşte tam da bu yüzden bugünkü caz standardımızı biraz da İrma'ya ithaf etmek gerekiyor: "Don't Blame Me / Beni Suçlama", Jimmy McHugh ve Dorothy Fields'ın aslen "Clowns in Clover" adlı bir müzikal için yazdıkları bir şarkıyı 1932 tarihli "Dinner at Eight / Yemek Akşam Sekizde" filmi için baştan bestelemeleri ile bir caz standardı olma yolunda ilk adımı atıyor. Gerçek anlamda ilk hit olan yorumu ise 1933 yılında daha önce dinlediğimiz "Dinah"yı da ünlü eden seslerden Ethel Waters'tan geliyor. 
"Dinner At Eight" Film Afişi
Takip eden yıllarda "Don't Blame Me" birçok kereler oldukça farklı akımlara ait müzisyenler tarafından kaydediliyor, öyle ki JazzStandards.com'a göre en çok yorumlanmış ilk 40 caz standardı arasında yer alıyor. Ted Gioia'nın önerileri içinde en ilginçlerinden biri Eric Dolphy'nin 1961 yılındaki Kopenhag konserinde flüt çalarak katkıda bulunduğu kayıt - itiraf edelim biz pek keyif almadık flütten ama son derece değişikti, bu yüzden paylaşmadan edemedik. Öte yandan gerek Coleman Hawkins'in Teddy Wilson ile 1944 tarihli yorumları, gerekse Bird'ün trompette Miles Davis ve davulda Max Roach olduğu halde 1947 yılında gerçekleştirdiği kayıt ikimizin de yüzünü fazlasıyla güldürdü.

Açıkçası tam bu noktada az kalsın İrma ile hızımızı alamayıp listede adı geçmeyen diğer kayıtları da teker teker dinlemeye başlıyorduk. Ancak beklenmedik bir şekilde Terence Blanchard ve Cassandra Wilson imdadımıza yetiştiler (böylece bir bölüm daha House of Cards izleyip Frank mi daha kötücül Claire mi diye tartışıp durabileceğiz). Trompet üstadı Blanchard'ın davulda (bir başka kahramanımız) Eric Harland ve vokallerde birçok farklı kadın vokalistin desteğiyle Jimmy McHugh şarkılarını baştan yorumladığı 2001 tarihli "Let's Get Lost / Haydi Kaybolalım" albümündeki kayıt gerçekten de muazzam. Bir yandan Cassandra Wilson harika sesiyle sözlerin hakkını sonuna kadar veriyor ('And blame all your charms...' derken gizli gizli Cinerama'ya da şapka çıkardık), diğer yandan ise Blanchard doğaçlayarak gezindiği tiz notalar ile sözlerin acısını duru bir çığlığa dönüştürüyor. Biz dinlerken mest olduk, umarız siz de aynı keyfi alırsınız.

Yeter ki unutmayın - bizim evde ne olursa olsun 'İrma suçlu değil!'

4 Haziran 2017 Pazar

Donna Lee

Mexico City Duvarları - I
Bir süredir yazma şansım olmadı zira Sırma ile birlikte Meksika'yı (en azından bir kısmını) keşfe çıkmıştık ve biri Mexico City'de yaşayan, diğeri de sıklıkla ziyarette bulunan iki arkadaşımızın rehberliği sayesinde harika bir seyahat yapmış olduk. Bu esnada İrma biraz yalnız kaldı tabi ama İngiltere'nin bize kattığı (ve cüzdanımdan çaldığı) harika değerlerden olan sevgili "mürebbiyemiz" sayesinde pek de sorun olmadı. Meksika ile ilgili söylenebilecek çok şey var: bir yanda Mayalar'ı takiben önce Aztekler, sonra İspanyollar ve Fransızlar, en sonunda da Amerikalılar ile taçlanmış ve kana bulanmış oldukça zorlu bir tarihe sahip - merak edenler için bize de önerilen "Mexico: What Everyone Needs to Know / Meksika: Herkesin Bilmesi Gerekenler" adlı kitabı tavsiye ederim. Diğer yanda iseyerli halkların geride bıraktığı, piramitlerle örülü baş döndürücü terkedilmiş kentler, İspanyol fethini ve kıyımını unutturmayan kolonyal şehirler (Yucatan Yarımadası'ndaki Merida bu tanımın iyi bir örneği) ve bu uyumsuz tarihi katmanları boyaları ve yaşamlarıyla dünyaya kusan Frida Kahlo ve Diego Rivera'dan arta kalan büyüleyici eserler var. İrma'nın umursamaz bakışları altında biraz düşündüm ve burada bu üç bilindik unsur yerine (yemeklerden bahsetmeyi unuttum sanki - ama hatırlamamak en iyisi zira 'fazla taco'dan kim ölmüş?' düsturu ile geçirdiğimiz bir yolculuktu) tüm bu bileşenleri güncel bir dille şehrin duvarlarına yansıtan isimsiz (düzeltiyorum, ben imzalarını okumayı beceremedim) kahramanların el emeklerini paylaşmaya karar verdim.

Mexico City Duvarları - II
Meksika'ya gitmişken Meksika Cazı ile ilgili de biraz araştırma yapmaya çalıştım ama bugünlük paylaşabileceğim pek bir sonuca ulaştığımı söyleyemem. Yine de şu ilginç bilgiyi hafızama not ettim - hem dev cüssesinden hem de kontrbasından da büyük asabiyetle meşhur Charles Mingus 1979 yılında Mexico City'nin güneyindeki Cuernavaca şehrinde hayata gözlerini yumduğu gün aynı anda pek çok balina Meksika'nın Pasifik Okyanusu kıyısındaki Baja California bölgesinde kıyıya vurmak kaydıyla ölmüş. Amerikan Caz Gazetecileri Derneği'nden Alain Derbez'in yalancısıyım, fazla mistik bulduysanız sorumluluk kabul etmem, ama aynı yazı içerisinde Meksika Cazı'na dair ilginç bir takım tespitler var, ilginizi çekerse diye bağlantısını paylaştım.

Mexico City'nin ve bir bütün olarak Meksika'nın çılgın renkliliğini tecrübe ettikten sonra bugünkü caz standardımıza gelecek olursak oldukça mutlu olduğumu itiraf etmem gerekiyor. Zira, ilk yayınlandığı 1947 tarihli albümde bir Charlie Parker bestesiymiş gibi gösterilse de esasen çok kısa bir süre önce doğumgününü kutladığımız Miles Davis'e ait bir caz standardı olan Donna Lee, 'bebop' yıllarının renkli ve hareketli dokusunu hızlı akor değişiklikleri aracılığıyla harika yansıtıyor. Hatta Ted Gioia'ya göre bu şarkı olsa olsa Miles Davis'in Bird'e çıraklığının kaçınılmaz bir sonucu. Açıkçası şarkıyı ilk tecrübe ettiğim zaman ben de bu görüşe katılmadan edemedim çünkü ilk 20 saniye içinde bir anda kendimi "Shaw Nuff" dinliyormuş gibi duydum. Ted Gioia'nın seçkisine dönecek olursak, İrma ile çok ciddi bir kararsızlık yaşadık. Aklımızı başımızdan alan ise ne Charlie Parker'ın 1947 tarihli orijinal kaydı, ne de Jaco Pastorious'un kendi adına (ve başlık olarak bizzat kendi adıyla) yayınladığı ve bir füzyon efsanesi dönüşmesinde önemli rol oynayan 1975 tarihli ilk albümündeki müthiş yorumu oldu. Tahmin edeceğiniz üzere bu bağlantıları paylaşıyoruz çünkü her ikisi de inanılmaz başarılı parçalar ve dinlenmeleri şart fakat listemizde yeterince yükselemediler.

İrma da ben de ilk olarak bir araba kazasına kurban gitmeden bir sene önce, 1955'te canlı kaydettiği "The Beginning and the End / Başlangıç ve Son" albümünde bu standardı yorumlayan trompet efsanesi Clifford Brown'un yorumuyla mest olduk. Bir trompet heveslisi olarak pek çok caz müzisyenin becerilerini hayretle karşılamaya alıştım, ama Clifford Brown'un bunca yüksek notayı böylesine hızlı akor geçişlerini bu kadar temiz ve keyifle çalmasına tanık olmak gerçekten de büyüleyici. Brown'un şarkı bitimindeki kısa konuşmasını dinleyebilmek de cabası!


Tam Brown'u en birinci tercihimiz olarak adlandıracaktık ki karşımıza hiç tanımadığımız iki virtüözün, gitarda Sicilya asıllı Amerikalı Joe Pass ve kontrbasta Danimarkalı Niels-Henning Ørsted Pedersen'in 1979'da Fransa'da kaydedilmiş yorumlarıyla karşılaştık. Pek çok konuda ve koşulda hız felakettir dense de bebop dönemine ait bir caz standardı için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. Sizden ricamız, bu kaydı dinlerken özellikle hem Pass'in ol el parmaklarının gitar üzerindeki akışlarını, Pedersen'in solosu esnasında sağ elinin maharetle notalar üzerinde zıplayışını izlemeniz... müziğin sesini hepten kıssanız bile sırf bu görüntülerden büyük keyif alacağınıza eminiz!


Bir de unutmadan, bugün yaşadığımız kent Londra için pek sevimli bir gün değil. Dün gece oldukça tatsız bir terör saldırısı gerçekleşti ve bizim tanıdığımız, hatta çok ama çok sevdiğimiz kişiler oldukça zor anlar yaşayıp hiç kimsenin görmemesi gereken eylemlere tanık oldular. Daha uzaktan tanıdıklarımız ise kendi dostlarının ölüm haberini aldılar. İnsan keşke demeden edemiyor... keşke dünya biraz daha güzel bir yer olsa...

14 Mayıs 2017 Pazar

Do You Know What It Means to Miss New Orleans?

İnsanın doğup ait olduğu şehrin dışında yaşamasının önemli sonuçlarından biri de geride bıraktıklarına  dönem dönem büyük bir özlem duyması... 3 yıl önce İstanbul'dan Londra'ya taşındığımızdan beri Türkiye'de pek çok şey ercihlerimin aksine değişmiş olsa da (İrma'nın kuyruğunu salladığı gibi alaşağı edeceği çok politikacı var da blogun gündemi değil, o yüzden daha detaylı değinmeyeceğiz) geriye bakıp İstanbul'u ve İstanbul'daki sevdiklerimi sıklıkla özlüyorum. Bir de tabi hem Londra'da tanıştığım kişiler hem de yaptığım seyahatlerde bir araya geldiğim iş arkadaşlarımın bol miktarda "Ne diyorsun Türkiye'nin gidişine?" temalı sorularına maruz kalıp kendimce makul açıklamalar bulma çabası içerisine girince, ev bildiğim şehr-i İstanbul'a duyduğum özlem bir tuhaf alevlenebiliyor.

Olur da en çok neleri özlüyorum diye soracak olursanız... önem sırasına bakmaksızın bir çırpıda aklıma gelenler (aileyi, eşi dostu hariç tutarak) sokak kedileri, kokoreç, Boğaz kıyısındaki iyot kokusu, mahalle esnafıyla tanışıklığın verdiği aidiyet hissi, her köşede kavrulan sarı leblebi, arabayla ters yöne girebilme rahatlığı, tarihi yarımadanın karmaşası (özellikle İstanbul'daki son 6 ayım boyunca sıklıkla yürüyüş yaptığım bir parçasıydı şehrin), Beşiktaş maçları (İnönü yıkıldıktan sona maçlara gitmedim ama Vodafone Arena tamamlandığından beri içim cız ediyor) ve liste böylece uzayıp gidiyor. İrma ise ömrünün büyük bir çoğunluğunu doğduğu Maçka Parkı yerine Holland Park yakınlarında geçirdiği ve her iki noktada da ton balığı konservelerine eşit kolaylıkta erişebildiği için bu konuda pek bir yorumda bulunamadı.

"New Orleans" Film Afişi - 1947
İşte bu haftaki caz standardımız, böylesi bir sıla hasretini en iyi tanımlayan şarkılardan bir tanesi herhalde: "Do You Know What It Means to Miss New Orleans / New Orleans'ı Özlemek Nedir Bilir misin?" Evet kabul ediyorum, şarkının adını Türkçe'ye çevirince oldukça arabesk sayılacak bir tat bırakıyor ancak gerçekten de daha doğru bir tercümesi yok. Dahası, en baştan belirtmek gerekirse bu standardı besteleyen Louis Alter ve sözlerini yazan Eddie DeLange'ın New Orleans ile uzaktan yakından bir alakaları yok, tek amaçları 1947 yılında yönetmenliğini Arthur Lubin'in yaptığı "New Orleans" adlı filme müzik yetiştirebilmek.  Ne mutlu ki elde ettikleri sonuç da pek de kötü sayılmaz, hatta filmin müziklerini yapan (ve filmde de rol alan) caz müzisyenlerinden bazılarının Louis Armstrong, Billie Holliday ve Woody Herman olduğu düşünülürse oldukça iyi bile denebilir. İrma ile filmi henüz izleme şansı bulamadık ama daha önce denk geldiğimiz caz filmlerinden (mesela Dexter Gordon'lu "'Round Midnight"tan) ne kadar keyif aldığımızı anımsayıp ileride mutlaka izlenecek filmler listemize koyduk bile. Dolayısıyla Ted Gioia'nın seçkisi içindeki en beğendiğimiz kayıt olmasa bile hem tarihi önemi, hem de Satchmo ile Lady D'yi birlikte izleme/dinleme fırsatı verdiği için film müziğini dinlemek şart diyoruz.


Gelelim en beğendiğimiz yoruma... İlk olarak yakın zamanda Django Reinhardt ile birlikte adından bahsettiğimiz Fransız caz kemancısı Stéphane Grappelli'nin 1981 tarihli "Vintage Grappelli / Grappelli Eskileri" adlı klasik swing şarkılarından oluşan albümündeki yorumu gönlümüzü çeldi. Tam nasıl oldu da yaylılar ve gitar ağırlıklı bir yorumu bu kadar beğendiğimize şaşırıyorduk ki imdadımıza Wynton Marsalis Quartet ve 1986 tarihli "Live at Blues Alley / Blues Sokağı'ndan Canlı" albümlerindeki kayıtları yetişti. Wynton Marsalis, caz dünyasının belki de en çok tartışılmalı yıldızlarından biri olsa da, gerek klasik döneme olan tutkusu, gerek döngüsel nefes tekniğini uygulayabilen az trompetçiden biri oluşu, gerekse sade ve net tonlaması İrma'yı da beni de fazlasıyla neşelendiriyor:


Bir de unutmadan, bu caz standardının isminden yola çıkarak New Orleans ile ilgili kısa hikayeler ve denemelerin bir araya getirildiği bir kitap da mevcut.  Olur da Katrina Kasırgası sonrasında New Orleans için yazılmış bir şeyler okumak isterseniz iyi bir seçenek gibi duruyor. Aklınızda bulunsun.

10 Mayıs 2017 Çarşamba

Do Nothin' Till You Hear from Me

Courtauld Galerisi'nin Merdivenleri
Eugène Louis Boudin - Deauville (1893)

Londra'da gitmeyi en sevdiğim yerlerden bir tanesi de Somerset House yerleşkesinin içinde yer alan Courtauld Galerisi. Neden diyecek olursanız, bir tekstil devinin koleksiyonuna sahiplik eden galeri içinde çok büyük miktarda eser barındırmasa da döne döne yükselen merdivenlerinin çevresine kurulu sergi alanı içerisinde empresyonizm, post-empresyonizm ve erken 20. yüzyıl dönemlerine ait belli başlı bir çok önemli ismin oldukça keyifli resimlerini sergiliyor. Aynı anda Degas'ya, Gauguin'e, Van Gogh'a, Seurat'a, Monet'e, Manet'e ve hatta Modigliani'e denk gelmeniz mümkün. Ancak benim gibi deniz kıyısı resimleri özellikle içinizi açıyorsa ve her hafta denizi kokladığınız bir şehirden Thames'in iyotsuz, sevimsiz sularına yaklaştıysanız, o zaman ne yapıp edip Eugène Louis Boudin'in "Deauville" adlı resmini görmek şart.

Güneş altında İrma
Tahmin edebileceğiniz gibi geçtiğimiz haftasonumun bir kısmını Deauville sahilinde, çekilmiş denizin beride bıraktığı kumlara uzanıp üzerimden geçen bulutların ve inceden esen rüzgarın keyfini çıkardığımı düşünerek geçirdim. Hayır hayır, ne yazık ki bizzat orada değildim ama hayalgücümün motorlarını işletmek vasıtasıyla bir miktar seyahat ettim. İtiraf edeyim pek de keyifli bir hayal saatiydi. Ne yazık ki bu güzelliği İrma ile paylaşma şansı bulamamış olsam da İrma'nın genel ev halini düşününce, konik kulaklarının arasından güneş altında aynı sahili düşlediğinden şüphelenmemek elde değil! Bir de tabi kendisinin yeri geldiğinde ne kadar vurdumduymaz ve keyifçi olduğunu düşününce, daha da bir meraklanıyorum İrma'nın zihninden geçenler hususunda.

Şimdilik biz iyisi mi Deauville sahilini ve İrma'nın zihninden geçmesi muhtemel konuları (yosun kokulu kumlar yerine ton balığının daha büyük bir yer tutuyor olması hayli olası) bir kenara bırakalım ve Duke Ellington tarafından bestelenen "Do Nothin' Till You Hear from Me / Benden Haber Alana kadar Hiçbir Şey Yapma" adlı caz standardına odaklanalım. İlk olarak 1940 yılında trompet üstadı Cootie Williams'ın yeteneklerini sergileyebilmesi için "Concerto for Cootie - Cootie için Konçerto" adıyla yazılan bu leziz şarkı, 1942'de Amerikan Müzisyenler Federasyonu'nun getirdiği kayıt yasağının delinebilmesi için 1943 yılında Bob Russell'ın yazdığı sözler aracılığıyla bugün bildiğimiz halini alıyor ve aslen bir trompet konçertosuyken bir anda ufak çaplı bir ihanetin olabildiğince romantik bir şekilde bertaraf edilmesinin öyküsüne dönüşüyor.

En çok kaydedilmiş ilk 100 caz standardı içinde 93. sırada olan bu şarkının oldukça bol miktarda yorumu mevcut. Dürüst olmak gerekirse şarkının özünü dinlemek ve Cootie Williams'ın trompet ile neler yapabileceğini dinlemek oldukça keyifliydi.  Öte yandan şarkının sözlerini tam anlamıyla sindirmek isteyenlerin efsane vokalist/piyanist Diane Krall'ın yayınladığı ilk albüm olan 1993 tarihli "Stepping Out - Dışarı Çıkmak"taki kaydı dinlemesi gerektiği konusunda İrma ile hemfikir olduk. Ancak en çok hoşumuza giden kaydı soracak olursanız, flügelhorn ve trompet çalan Clark Terry'nin liderliğinde ve Ben Webster'ın eşliğinde 1964 yılında piyasaya çıkan "The Happy Horns of Clark Terry - Clark Terry'nin Mutlu Üflemelileri" albümündeki yorum gibisi yok. Özellikle de 2:37 itibariyle başlayan trompet solosu gerçekten de nefis, Terry'nin kara gözlükleri ardından trompetini üflediği anı görebildim bir an için.

1 Mayıs 2017 Pazartesi

Django

Blogu takip edenler İrma ile dinlediğimiz son 'resmi' standardın "Dinah" olduğunu hatırlayacaklardır. Sıradaki standardımız olan "Django"nun tarihçesini araştırırken, bu standardın ithaf edildiği Belçika doğumlu Fransız gitar virtüözü Django Reinhardt'ın yayınladığı ilk single'ın "Dinah" olduğunu öğrendim ve böylece karşılaştığım muazzam tesadüfler silsilesine bir yenisini daha eklemiş oldum. Hoş İrma'ya kalırsa durumu biraz abartıyorum ancak alfabenin gelişigüzelliği ve Ted Gioia'nın seçkisinin göreceli bağımsızlığı içerisinde böylesi bir sıralamaya denk gelmek bir hayli şaşırtıcı.

Django Reinhardt
Neyse... biz dönelim "Django"ya ve Django Reinhardt'a. Tahta bir karavanda dünyaya gelen ve Çingene kökenlerine sahip Reinhardt'ın isminin anlamı "Ben uyanığım" demekmiş. Daha önemlisi ise çocukluğu itibariyle gitarda ustalığıyla dikkat çeken Reinhardt, 18 yaşındayken, eşi ile birlikte içinde bulundukları karavan bir yangın sonucu kül olunca sol elinin yüzük ve serçe parmaklarını kullanamaz hale geliyor. Buna rağmen yılmıyor ve kendi tekniğini geliştiriyor. Talihsizlikler bununla da sınırlı kalmıyor tabi. II. Dünya Savaşı yıllarında, 1 milyon civarında Çingene toplama kamplarında katledilirken Reinhardt Nazi işgali altındaki Paris'te caz ve swing konserleri veriyor ama bu koşulları iyi değerlendirip yasaklanan "Marsellaise"in (Fransız milli marşı) yerini tutan "Nuages - Bulutlar" adlı şarkısını besteliyor. Savaş sonrası yıllarda ise gerek Amerika'da gerçekleştirdiği turlar, gerekse hayat boyu arkadaşı olan kemancı Stéphane Grappelli ile Avrupa'da yaptığı kayıtlar ile efsaneleşen Reinhardt, 1953 yılında geçirdiği bir inme sonucunda 43 yaşında hayatını kaybediyor.

Bugünkü standardımız olan olan "Django" ise Modern Jazz Quartet (MJQ)'in piyanisti John Lewis tarafından bu zamansız ölüm sonrasında bir ağıt olarak besteleniyor. Bir önceki yazıda Paul Gonsalves ve Duke Ellington'ın ortaklığından bahsetmiştik, bu sefer de bu iki ustanın dostluğu karşımıza çıktı. Bu vesile ile, caz standartlarını yazmaya başladığımızdan beri İrma ile birlikte denk geldiğimiz hikayeleri düşününce, müziğin ve özellikle de caz müziğinin ne kadar birleştirici ve kaynaştırıcı bir dünya yarattığını bir kez daha gözlemleme şansımız oldu ve ne tesadüf ki birkaç gün önce kutladığımız Uluslararası Dünya Caz Günü'nde UNESCO'nun yayınladığı mesaj tam da bu noktaya parmak basıyordu.
En beğendiğimiz yorumun hangisi olduğuna gelecek olursak, ilk olarak John Lewis ve Django Reinhardt'ın dostluğuna saygı göstermek adına MJQ'nün orijinal kaydını seçecektik ama İrma da ben de vibrafon tınısı ile pek anlaşamadığımız için bu seçeneği hızlıca eledik. Hal böyle olunca diğer yorumları etraflıca dinlememiz gerekti zira böylesi bir hikayeden sonra bu standarda hakkını vermemiz şart oldu. Sonuçta bizi en çok etkileyen ve kaybedilen bir dosta duyulan özlemi en iyi hissetiren yorum, yaylılar ile yarattığı dramatik havayı trompet ve saksafon ile müthiş bir melodik bir biçimde birleştiren Wynton Marsalis'in, kardeşi Branford Marsalis ile 1984 yılında yayınladığı 'Hot House Flowers" albümündeki kayıt oldu.

Diminuendo and Crescendo in Blue ve Duke Ellington'un Yeniden Doğuşu

Paul Gonsalves ve Duke Ellington
Geçtiğimiz cumartesi günü, yani 29 Nisan, Duke Ellington'ın doğumgünüydü. Ben de hem bu güzel yıldönümü, hem de 30 Nisan'da kutladığımız Dünya Uluslararası Caz Günü şerefine İrma'yı ve kendimi "Ellington at Newport" albümü ile ödüllendirdim. Caz tarihine fazlasıyla aşina olanlar albümün bir kısmının esasen konserden sonra kaydedildiğini anımsatmak isteyeceklerdir, ancak şimdilik bu hassas bilgiyi es geçme hakkımı kullanacağım. Hatta bununla yetinmeyip bir durumu daha paylaşmak istiyorum zira bugünkü yazının konusu olan "Diminuendo and Crescendo in Blue", Ted Gioia'nın listelediği caz standartları arasında bulunmuyor. Ancak anayasının bile bir kere delinmekle bozulmadığı bir dünyada benim böylesi bir istisna yapmış olmam kimsenin kalbini kırmaz diye umuyorum - hem İrma da sabah kahvaltısı sonrası temizlediği bıyıklarının arasından zarifçe beliren kedi gülümsemesi ile bu kararımı tasdikledi.

Peki Duke Ellington'un "Ben Newport'ta yeniden doğdum" demesini sağlayacak "Diminuendo and Crescendo in Blue"yu bu kadar özel kılan nedir? Cevap basit, tabi ki Paul Gonsalves'in tam 27 kez arka arkaya çaldığı koro ve bu esnada bütünüyle kontrolden çıkan 7.000 kişilik seyirci kitlesi. Ama önce gelin biraz tarihte geriye gidelim.

Bir tarafta 1920 doğumlu tenor saksafon ustası Paul Gonsalves var. Boston Konservatuarı'nda geçirdiği 3 yıldan sonra caz müzisyenliğine başlayan Gonsalves, II. Dünya Savaşı nedeniyle kariyerine ara vermek zorunda kalıyor ve 1950 yılına gelindiğinde, cebinde tamı tamına 7 doları kalmışken Birdland Caz Kulubü'nde karşılaştığı Duke tarafından işe alınıyor.

Diğer tarafta ise kendi kurduğu orkestrasına 1923'ten beri (aşağı yukarı Gonsalves'in doğduğu yıl) liderlik eden Duke Ellington var. Duke, her ne kadar1930 - 40'lar boyunca sahne caz dünyasını yönlendirmiş olsa da, II. Dünya Savaşı sonrasında önemli müzisyenlerinden bir çoğunu kaybediyor. Bundan daha önemlisi ise hem televizyonun yaygınlaşması ile birlikte Duke'un sürekli sahne aldığı Cotton Club gibi kulüplerin dinleyici kitlesinde ciddi bir düşüş yaşanıyor, hem de 1950'lerde Elvis ile birlikte kuvvetle esmeye başlayan Rock'n'Roll fırtınası büyük caz orkestralarına duyulan ilgiliyi ciddi ölçüde geriletiyor.

Duke Ellington Time Dergisi'nin kapağında
Derken 7 Temmuz 1956 tarihi gelip çatıyor. Yılın en önemli etkinliklerinden biri olan Newport Caz Festivali Rhode Island'daki Freebody Park'ta düzenleniyor ve Duke Ellington Orkestrası, ilk 4 şarkıdan sonra birçok orkestra üyesinin müzik yapmak yerine sarhoş olmayı tercih etmesinden ötürü konsere ara vermek zorunda kalıyor. Döndüklerinde ise tam anlamıya bir mucize gerçekleşiyor. Tam 24 yıl boyunca Ellington ile birlikte çalacak olan Gonsalves, "Diminuendo and Crescendo in Blue"nun korosunu tam 27 kez tekrar ederken ayağa kalkıp dans etmeye başlayan Elaine Anderson isimli platin saçlı kadın seyircinin adeta bir ayaklanma yaşanıyormuşça coşmasına sebep oluyor. Öyle ki, Duke birkaç şarkı sonra konseri bitirmek istese dahi seyirci dağılmayı reddediyor ve Newport, caz tarihinin en unutulmaz performanslarından birine tanık oluyor. Takip eden haftalarda ise Time Dergisi Duke Ellington'ı kapağına taşıyor, Duke da boş durmayıp bu efsane konserin bugün benim keyifle dinlediğim kaydını (başta da belirttiğim gibi, bir kısmı stüdyo kayıtlarıyla mix ediliyor) Columbia etiketiyle yayınlıyor.


Gonsalves ve Ellington ilişkisine dönersek... Gonsalves, birkaç haftalık ayrılıkları saymazsak, ömrünün sonuna kadar Duke ile çalışıyor. Ne yazık ki birçok caz üstadı gibi Gonsalves de alkol ve uyuşturucu bağımlılığının bir sonucu olarak, erken bir yaşta, 1974 yılında Londra'da hayata gözlerini yumuyor. Gonsalves'in ölüm haberi, aynı sıralarda kendisi de ölüm döşeğinde olan Duke'u hırpalamamak için kendisi ile paylaşılmasa da Gonsalves'ten bir hafta sonra Duke da vefat ediyor. Duke hakkında yazılan biyografilerden birine göre, cenaze törenleri öncesinde Gonsalves ve Ellington'un naaşları aynı cenaze evinde yan yana bulunuyorlar.

İşte bu müthiş hikaye, İrma'yı da beni de "Diminunendo and Crescendo in Blue" hakkında yazmaya ikna etti. Umarız bir seferlik standartların dışına çıkmış olmamız Ted Gioia'nın kalbini kırmaz!